Ana Sayfa
Yalnızlık
Bugüne dün sabah uyanmıştı koynunda acımasız yalanlarla. Aslında gözünü açtığında korkmadı yalnızlıktan, yalanlardan korktuğu kadar.
Bütün ipler birbirine bağlanıyordu gerçekte. O'nu zaten gerçekler yalanlara, yalanlar yalnızlığa, yalnızlığı da hüzünlere bağlamıştı...
Yarınlarını dünde yaşamaya alışıktı yavaş yol almayı seven suskun yüreği... Sonra birden, acımasız bir aşk çaldı, yüreğinin keşfedilmemiş kapısını. Bu O'nu coşturdu, yavaş yol almaya alışık yüreği başladı dolu dizgin koşmaya...
Çabuk gem vurdular ama, birden devrildi... Ayılmadan gerçeklere, yalan rüyalar geçti göz önünden, sadık dost çıkageldi sonra... Yalnızlığı idi o... Yalnız bırakmadı O'nu. Kucakladı narin bir şekilde yavaşça incitmeden hüzünlerin kucağına bıraktı O'nu sessiz, alışık, başkaldırmadan... Hatta belki şaşkınlıktan rahattı hüznün kucağında ve sadık dost yanı başındaydı sırt çevirmemişti O'na diğer tüm gerçeklerden öte... Bu sabah, geniş hüzün yatağında koynunda yalnızlığı ile uyandı ve daha sıkı sarıldı . . .
Her zaman kışları yaşadım; hep bir adım geride kaldım. Yalnızlığımla hayatı bir köşeden izledim. Ben böyle de mutlu olmasını bildim . . .
Aşk Yüzlü Yalnızlık
Dünyanın hangi coğrafyasında, hangi dilinde yazılırsa yazılsın; en uzun ve en anlamlı kelimesidir aşk. Biraz eylemci, biraz mülteci bir yanı vardır. Hiç bir dil(ressam) çizemez yüzündeki illegal gülümseyişi. Hepimiz çocukluğumuzdan gelen bir alışkanlıkla, dokunarak öğreniyoruz hayatı. Yaşamayı, yürümeyi, konuşmayı, sevmeyi ve hatta ölmeyi de. Annemizin yanağındaki gülümsemeyi bile parmaklarımızla yakalamaya çalışırken kucağında; Bir gülümsemenin bize bir hayatı özetleyeceğini daha o zaman keşfediyoruz.
“Ulaşılmaz olanı aramak” değildir aşk. Bilakis bir çocuğun bile ulaşabileceği kadar yakındır bize. Ve hatta aşk -kimi zaman- bile bile çocuk olmaktır. Yitirilmiş, kırılmış bir oyuncak telaşıdır bazen bizde kalanlar. Yine de bir gülümseyişin peşinden yollara düşüp, içimizin karanlık odalarında kendini avutan ve aynalardaki hüzün dolu gülümseyişimize her dokunmak istediğimizde soğuk ihanetiyle irkildiğimiz yalnızlıklar, o kırılan oyuncaklarımızın hiç bir zaman bulamadığımız parçaları değil midir?
Kalbimizi kanatan bıçak sırtı yalnızlıklarda pencereden bir kenti izlerken, radyoda içimizdeki hüzne denk düşen şarkı sözcükleri veya çok sevdiğimiz bir şairin düş kırıklıkları ya da mutlu sonla biten öykülerinde görür gibi olduğumuz yitik yüzlü sevgili kim? Kendimiz miyiz yoksa? Ya da kendimize duyduğumuz ama söylemeye korktuğumuz o büyük nefrete mi âşık oluyoruz, kendimizi tanıdıkça?
Ben hep susunca anladım âşık olduğumu. Sustukça korkmaya başladım kendimden. Kendi içime verecek . . .